Aşağıda okuyacağınız bilimkurgu öykünün yazarı Natan Duvovitsky. Tabi bu müstear bir isim. Yazarın 2004 yılında evlendiği karısı Natalya Dubovitskaya’dan ilhamla uydurduğu bir takma ad. Gerçek adı, Aslambek Andarbekovich Dudayev. Çeçenistan doğumlu. Ancak uzun zamandır Vladislav Surkov ismini kullanıyor.
Bu basit isim meselesinden de anlayacağınız üzere, muhataplarıyla oyunlar oynamayı seven biri var karşımızda. Dünya edebiyat tarihinde sık rastlanan bir şaşırtmaca. Ancak Surkov, basit bir yazar değil. 2010’da yayınladığı “Neredeyse Sıfır” isimli roman ona olan “edebî” ilgiyi arttırsa da, asıl mesleği başka. Surkov, Kremlin’de etkili bir siyasetçi(ydi).
Kimilerine göre Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in sağ kolu. Kimilerine göre, Putin rejiminin “gri kardinali” (perde arkasındaki suflörü). Bazıları ona “Putin’in Rasputin’i” diyor. “Kremlin’in kuklacısı” yakıştırması yapan da var. Edebiyata, sanata meraklı bir politikacı ilginç bir alaşım. Eğer sanatçıyı bir nevi “ayartıcı-kandırıkçı” olarak göreceksek, bu kabiliyetin siyasette aynı “lakaytlık” ile icrası karşımıza tehlikeli bir oyuncu çıkarıyor.
Nitekim Surkov’un en meşhur oyunlarından biri Kremlin’in Rusya’daki bazı muhalefet partilerine, derneklerine ve vakıflarına destek (para) verdiği haberini basına sızdırmasıydı. Eğer doğru söylüyorsa, “gerçek Putin muhalifleri” kimseye güvenemeyecekti. Yalan söyleme ihtimali var elbette ama ya yalan söylemiyorsa? Bu basit zihin oyunu, onun Makyavelist yeteneklerinin ikrarı olarak pek çok yerde zikredildi.
“Kaosu yönetmek” şeklinde özetlenebilecek bu siyasî manevra, gerçekten de ileri derecede soyut düşünme kabiliyeti ile insanların iradelerini hiçe sayan, manipülatif ve kaba politikanın birleşimi. Rus bir yazar Kremlin’deki siyaseti şu sözlerle açıklıyordu sözgelimi: “Hiçbir şey doğru değil ve her şey mümkün.” Belki de Surkov’un “sayesinde” Rusya “postmodern” bir otoriterliği icat edebildi. Temel mesele hep “kontrol” elbette ama işin tekniği “oyunculuk” üzerine inşa edildi: “Moskova sabahları bir oligarşi gibi hareket ediyor, öğleden sonra bir demokrasi, akşam yemeğinde bir monarşi ve yatağa giderken de totaliter bir devlete dönüşüyor.”
Bu türlü “entelektüel” oyunları siyasî aldatmacada kullanmasıyla Joseph Goebbels’e benzetenler de oldu onu. Hayatını vakfettiği liderle birlikte saklandıkları sığınakta ölüme de beraber yürüyen Goebbels’e karşın, Surkov şimdiden Putin’in gözünden düşmüş durumda. Sebebi bilinmiyor.
Az sonra okuyacağınız kısa hikâyede de bu düşüncelerin izlerini görmek mümkün. “Dünyanın gidişatından” rahatsız bir reaksiyonerlik, “zamanın getirdiği” (savaş yarası) bir zorunluluk olarak meşrulaştırılıyor. Her şeyin en fazla iki cevabı olduğu – “evet” ya da “hayır”, “erkek” ya da “kadın”, “zengin” ya da “fakir” – geçmiş güzel günlerin nostaljisini okuyoruz bir bakıma. Modern-kapitalist, hiper-şehirli, neo-liberal düzenin getirdiği “karmaşıklık” alaya alınıyor.
Peki, bu öyküyü neden çevirmek istedim? (İngilizce çevirisinden çevirdim.) Çünkü gelecekte bu türlü düşüncelerle daha fazla karşılaşacağımızı düşünüyorum. Bir yandan dünya hızla değişip kitlelerin talepleri çoğalırken, reaksiyoner tepkilerin artması beklenen bir durum. Ki “haklı” sebepleri de olacaktır, zaten olmasa tutunamazdı.
Shakespeare’in Prens Hamlet’inden bahsederken, “Soyluların en soylusudur o, çünkü tereddüt edebilmiştir,” demiştim. Surkov ise öyküsünü şu sözlerle tamamlıyor: “Yarın geleceğiz. Ya galip geleceğiz ya da yok olacağız. Üçüncü yol yok.” Üçüncü yol olmaması, tercihlerin hep “ikilikler” (binary) üzerinden dayatılması, kitleler üzerindeki kontrolün de alametifarikası. Sürekli sadakat yoklaması çekebileceğiniz, duygusal şantaja açık bir sosyal düzenin en önemli yapı taşı. Oysa en çok Rusya ve Türkiye gibi toplumların ihtiyacı var “üçüncü yol” ihtimaline.
Shakespeare özellikle trajedilerinde “zorbalık-tiranlık” konusuyla ilgilendi, güç şehvetinin budalalıkla birleştiğinde ne kadar karanlık bir dünya yaratabileceğini gösterdi. Belki de edebiyatta bu meseleye daha fazla eğilmenin zamanıdır.
Son olarak, şunu diyeyim: Sıkıntınız her ne olursa olsun, sizi kurtaracak bir “nihaî çözüm” (Endlösung; Nazilerin Yahudi “sorununa” cevabı) yok. Çözüm, çözümsüzlükte.
NOT: Bu fanzine abone olmak isterseniz, aşağıdaki kutucuğa eposta adresinizi yazıp butona tıklayabilirsiniz!
Gökyüzüsüz
Natan Dubovitsky (Vladislav Surkov, Aslambek Andarbekovich Dudayev)
Köyümüzde gökyüzü yoktu. Bu yüzden mehtabı ve kuşları izlemek için nehrin öte tarafındaki şehre giderdik. Şehirdekiler gelişimizden hoşnut değilse de bizi engellemeye çalışmazdı. Tepelerden birinde, tuğla kilisenin dikildiği yerde, gözetleme rampası da yapmışlardı. Nedense bizi ayyaş gördüklerinden, banklar ve paralı bir teleskopun yanı sıra, rampanın yakınına bir taverna, bir de polis karakolu kurmuşlardı.
Şehir insanlarını anlayabiliyordum. Yeni gelenlerin öfke ve hasedinden çok çekmişlerdi. Her ne kadar bizi, en yakın komşularını, neredeyse şehirlileri, davetsiz misafir gibi görmeleri aşağılayıcı olsa da, anlayabiliyorduk. En nihayetinde onlar da bizi anlıyordu. Bizi kovalamamışlardı. İnternet sitelerinde ne yazarlarsa yazsınlar, bizi kovalamamışlardı.
Elini vicdanına koyan herkes, gökyüzümüzün elimizden alınmasında bizim suçumuz olmadığını gayet iyi biliyordu. Aksine, bir bakıma, bu durum bizim için büyük bir şerefti. Dört koalisyonun mareşalleri nihaî savaşları için bizim gökyüzümüzü tercih etmişlerdi çünkü köyümüzün üzerindeki gökyüzü dünyanın en iyisiydi: Müsekkin ve bulutsuz. Güneş, göğümüzde engin, uysal bir nehir gibi çağıldardı. Güneşi ve gökyüzünü iyi hatırlıyorum. Mareşaller burayı son savaş için uygun bulmuştu. Beklenmedik bir durum değildi. Bütün orduların havada çarpıştığı bir zamandı ve burada ne bulut ne de türbülans vardı. Mükemmeldi.
Bu ilk gayrinizami savaştı. On dokuzuncu, yirminci ya da diğer orta yüzyılların ilkel savaşlarında, çatışma genellikle iki taraf arasındaydı: İki ulus ya da iki grup geçici müttefik. Ama şimdi, dört koalisyon birbirine girdi ve ikiye karşı iki ya da üçe karşı bir değil. Herkes birbiriyle savaşıyor.
Koalisyonlar da koalisyondu ha! Öncekiler gibi değil. Her bir koalisyonun bozulmadan hayatiyetini sürdürmesi nadir rastlanan bir durumdu. Bazı bölgeler bir tarafı, öbürleri diğer tarafı tutardı ve bağımsız bir şehir, ya da nesil, ya da cinsiyet, ya da aynı devletin profesyonel toplumu, üçüncü bir tarafta olabilirdi. Sonrasında da taraf değiştirmeler yaşanırdı, bazen savaş sırasında bile öteki kampa geçen hevesliler çıkardı.
Çatışmaya girenlerin amaçları hayli değişkendi. Deyim yerindeyse her birinin kendi hedefi vardı: Bir bölgenin tartışmalı parçalarını ele geçirmek; yeni bir dinin dayatılması; daha yüksek reytingler ya da oranlar; en yeni askerî ışınların ve uçan hangarların denenmesi; cinsiyet ayrımı ulusun birliğini tehlikeye soktuğu için insanları erkek ve kadın olarak ayırmayı nihaî olarak yasaklamak; vesaire.
Geçmişin safdil kumandanları zafer için savaşırdı. Şimdilerde o kadar ahmakça hareket etmiyorlar. Yani, bazıları elbette hâlâ eski alışkanlıklara saplanmış, arşivlerde tozlu duran sloganları diriltmeye çabalıyor: Zafer bizim olacak! Bazı bölgelerde işe yarıyor da, fakat temelde savaş artık bir süreç olarak görülüyor, daha doğrusu, bir sürecin parçası, alelacele aradan çıkarılması gereken kısmı, ama en önemlisi değil.
Bazıları savaşa bizatihi mağlup olmak için giriyordu. Almanya ve Fransa’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hızla kalkınmasından ilham alıyorlardı. Fakat anlaşıldı ki öylesi bir mağlubiyeti elde etmek de zafer kazanmaktan daha basit bir iş değilmiş. Kararlılık, fedakârlık ve bütün güçlerin olağanüstü çabasını gerektiriyor, ve buna ek olarak, esneklik, soğukkanlılık ve kişilerin korkaklık ve sersemliğinin ustaca kullanılmasına ihtiyaç duyuluyordu.
Ancak bütün bunlar tarihçiler ve iktisatçılar tarafından ileride ele alınacaktır. O zamanlar bu yalnızca savaştı, Beşinci Dünya Savaşı. Ve her şeyden çok korku vericiydi. Altı yaşındaydım. Bugün Toplum’a dâhil edilenler, şimdilerde otuzumuzdayız, o zamanlar altı yaşında ya da daha ufaktık. Gökyüzümüzün dört bir yanından, dört büyük armadanın nasıl çatışmaya girdiğini hepimiz hatırlıyoruz. Bunlar video arşivlerde görmeye alıştığımız, eskinin gürleyen, uğultulu ve tiz çığlıklı hava araçları gibi değildi. En yeni, sesleri tamamen elimine edebilen görünmez sistemlere sahip teknoloji ilk defa kullanılıyordu.
Yüz binlerce uçak, helikopter ve roket gün boyunca birbirini yok ederken havaya mezar sessizliği hâkimdi. Düşerlerken bile çıt çıkmıyordu. Ölmekteki pilotlardan çığlıklar duyuluyordu ama nadiren, çünkü hemen bütün sistemler pilotsuzdu.
O zamanlar otomatik makineler çabucak genel kullanıma sunulmuştu ve sadece ulaşımda değildi bu durum. Çalışanı olmayan oteller, satış elemanı olmayan mağazalar, sahipleri olmayan evler, yöneticileri olmayan finansal ya da endüstriyel şirketler. Demokratik devrimin sonucunda birkaç “sürücüsüz” hükümet bile kurulmuştu, haliyle uçakları konuşmaya bile değmez!
Nihayet çatıların, köprülerin ve anıtların üzerinde çarpışırken çığlık atacak kimse yoktu. Çıkan tek ses gökten yağan enkaz parçalarının altında yok olan evlerimizin patlama ve çatlama sesleriydi. Ve o ses de gürültülü değildi. Ses perdeleyici sistemler neredeyse bütün savaş meydanını etkisi altına alabiliyordu.
Ebeveynlerimiz bizi şehirde korumaya almak istemişti. Şehrin üzerinde gökyüzü temizdi ama sakinleri şehri kapattı. Büyüklerimiz nehrin bu yanından yardım için seslendiler. En azından çocukları, on, yedi ya da üç yaşından küçükleri almaları için yalvardılar. Hatta belki bir yaşına basmamışları! Ya da sadece kızları. Vesaire. Şehirliler kapıları açmadılar ve biz çocuklar onları anlayabiliyorduk. Anne babalarımızı da anlıyorduk tabi ki, benimkiler dâhil.
Babam bizi içeri almayacaklarını söyledi. Çukur kazmalıyız. Nehir yatağının etrafındaki kumluk yere çukurlar kazıp sığınmaya çalıştık. Herkes, en şişman ve en yaşlılarımız bile. İnsanlar kendilerinin farkında değildir pek. Tuhaf gelebilir ama aslında solucanlardan çok daha çevik ve akıllıyızdır. Ufak bir detay vardı yalnız: Kıştı. Soğuktu. Kum taş gibiydi.
Ben annem ve babamla birlikte sığınağa girmiştim. Sıcak ve yumuşaktılar. Babam, cesur ve akıllı bir adamdı, en sevdiğim şekerlemeden getirmişti yanında, koca bir paket. Ve annem portatif oyun cihazımı almıştı. Onun sayesinde sığınağımızda hiç sıkılmadan mutlu mesut vakit geçiriyordum. Akşama doğru bir uçağın kuyruğu üzerimize düştü.
Kuzey Koalisyonunun savaş uçağı çok hafifti, neredeyse ağırlıksız malzemeden yapılmıştı. Büsbütün bu uçaklardan biri üzerimize düşse, ciddi bir zarar vermezdi. Babam da zaten bizi çok derinlere saklayabilmişti.
Saklandığımız yere bir başka uçağın kuyruğu daha düştü. Ne yazık ki bu Güneydoğu Ligi’nin bir savaş aracıydı, eski teknoloji, nispeten sessiz ama ağır. Sığınağımız derindi ama uçağın kuyruğunun ağırlığı karşısında yeterince derin değildi. Üzerimizdeki kum tamamen donmuş kaskatıydı, ama yine de kumdu, beton, çelik ya da Meryem Anamızın örtüsü gibi değildi. Kum, çelikten değildir. Bunu o zaman iyice belledim ve hiç unutmadım. Bugün bile gecenin bir yarısı beni uyandırıp sorun: Kum çelikten midir değil midir? Hemen cevap veririm: Hayır! Düşmandan kaçarken, düşünmeye bir an bile vaktim olmasa, hiç şüphe etmem. Hayır.
Çarpmayı duyamadım. Annemle babamın arasına uzanmıştım. İhtimal ki babam, parçanın ağırlığı onu ezerken cılk bir ses çıkarmıştır veya kaba saba küfürler savurmuştur. Bir keresinde benim önümde o tarz şeyler söylemişti de beni çok korkutmuştu.
Annemin de bir çeşit ses çıkardığını düşünebilirsiniz ama çıkarmamış da olabilir. Babama ya da bana kötü bir şey olduğunda yüzünde beliren o suçluluk dolu gülümsemeyi takınmaya bile vakti olmuş mudur emin değilim. Umarım çok acı çekmemiştir.
Onlar öldürüldü. Ben ölmedim. Ölüm yaraları onların bedenlerini sardı ama bana ulaşamadı. Fakat beynime onun koyu ve boğucu varlığı bulaştı. Beynimde bir şeyler kaynadı ve buharlaşıp uçtu gitti: Üçüncü boyut, yükseklik.
Sabahleyin kazıp beni sığınaktan çıkardıklarında, annemle babamın cesetleri hemencecik soğuduğu için, kum gibi, iliğime kadar üşümüştüm. Karşımda iki boyutlu bir dünya vardı, uzunluk ve genişlik yönünden sonsuz fakat yüksekliği olmayan bir dünya. Gökyüzüsüz. Nereye gitti, diye sordum. İşte, orada, diye cevapladılar. Göremiyorum, göremiyorum işte! Ürkmüştüm.
Bana bir tedavi uyguladılar ama iyileştiremedi. Böylesi ağır bir yara iyileştirilemezdi. Savaş uçağının kuyruğu bilincimi adeta tavadaki gözlemeye çevirmişti. Dümdüz ve basitti. Köyümüzün üzerindeki göğe bakınca ne görüyordum peki? Hiçbir şey. Nasıl görünüyor? Neye benziyor? Hiçbir şeye benziyor! Söylenemez, ifade edilemez olduğundan değil. Orada bir hiçlik var. Sadece hiç.
Savaşta benim gibi yaklaşık 50 kişi daha yaralanmıştı. Hepimiz, iki-boyutlular, meğerse aynı yaştaymışız. Neden? Kimse bilmiyordu. Şehrin bilim insanları bilincimizin etrafını eşelediler bir süre. Birkaç bilimsel makale çıkardılar. Bizi sempozyumlara ve talk-şovlara sürüklediler. Bizim adımıza birkaç dernek kuruldu. Bizimle alay etmek özel bir kanun maddesiyle yasaklandı. Bizim için bir gözetleme rampası ve hayır kurumu inşa ettiler. Bir süre sonra gözden düştük ve herkes bizi unuttu.
Eğer sadece köyümüzün üzerindeki gökyüzünü göremiyor olsaydık, önemli değildi, fakat kafamızın içindeki düşünceler de yükseklik kavramını kaybetti. İki-boyutlu olduk. Sadece “evet” ve “hayır”, “siyah” ve “beyaz” denilince anlıyorduk. Müphemlik yoktu, ara renkler yoktu, katlanılır nedenler yoktu. Nasıl yalan söyleneceğini bilmiyorduk.
Her lafı birebir anlıyorduk ve bu da hayat için uygun değiliz demekti, çaresizdik. Sürekli ilgiye ihtiyacımız vardı ama bizi yüzüstü bırakmışlardı. Çalışmamıza izin vermeyeceklerdi. Bize engelli aylığı bağlamayacaklardı. Birçoğumuzun durumu daha da kötüye gitti, bazıları toprağa karıştı. Geri kalanlarımız hayatta kalmak için, kendimizi kurtarmak ya da toprağa beraber girebilmek için örgütlendik.
Toplum’u kurduk ve sıradan iki-boyutlular olarak, karmaşık ve sinsilere, “evet” ya da “hayır” cevabı veremeyenlere, “beyaz” ya da “siyah” diyemeyenlere, bazı üçüncü kelimeleri bilenlere, boş, aldatıcı, kafa karıştırıcı ve gerçeği bulandıran bir sürü üçüncü kelimeyi söyleyebilenlere karşı bir devrim örgütledik. Bu gölgeler ve örümcek ağlarının arasında, bu yapay çetrefillik içinde, dünyanın bütün kötücülleri saklanıp çoğalıyor. Onlar Şeytan’ın Ocağı. Orada bombalar üretip para basıyorlar ve şöyle diyorlar: “İşte dürüstlüğü korumak için para; işte sevgiyi savunabilmek için bombalar.”
Yarın geleceğiz. Ya galip geleceğiz ya da yok olacağız. Üçüncü yol yok.