Hikâyelere düşkün olup da Shakespeare referanslarına rastlamamak mümkün değildir. Yakınlarda seyrettiğim mini-dizi Station Eleven, ölüm oranı hayli yüksek bir salgından sağ çıkan bir avuç insanın hikâyesini anlatırken, merkezine Shakespeare oyunları sahneleyen gezici bir kumpanyayı koymuş mesela. Burada daha önce size bahsettiğim John Fowles’ın Büyücü romanı sık sık Shakespeare’ın The Tempest (Fırtına) oyununa atıfta bulunuyordu. Euphoria’nın ikinci sezonunda son iki bölüm, bana Hamlet’in “oyun içinde oyunu”nu hatırlatmadı desem yalan olur.
Bir de yakınlarda, The Tragedy of Macbeth başarılı bir yönetmenin (Joel Coen) elinde bir nevi hobi olarak beyaz perdeye uyarlandı. Denzel Washington’u Kral ve Frances McDormand’ı Lady Macbeth olarak seyretmek güzeldi.
Biraz da bunlardan ilhamla size Shakespeare’le karşılaşmalarımı ve Romeo ve Juliet’i sahneleme girişimimin nasıl başarısızlıkla sonuçlandığını anlatmak geldi içimden.
Ortaokuldaki edebiyat hocam kitap okumayı bana sevdiren insanlardan biriydi. Hayatınızdaki bu türlü dokunuşları hiç unutmazsınız. Bütün sınıfı servise doldurup şehir merkezindeki bir kitapçıya götürmüş, herkese beğendikleri bir klasik romanı (hikâye seçkileri ve oyunlar da vardı) satın aldırmış, sonra da o kitapları döndüre döndüre bütün sınıfa okutmuştu. Kitabını bitiren bir de rapor yazıyordu okudukları hakkında. Yine böyle bir Ramazan akşamıydı, iftardan sonra başladığım rapor yazma girişimim sahura kadar uzamıştı. Sabah okula giderken, sanki gece boyunca Doktor Faust’la ve sevgili şeytanla muhabbet etmiş gibiydim.
İşte o kitaplardan birisi de Romeo ve Juliet’ti. Lafın oraya nasıl geldiği hatırlamıyorum ama bir edebiyat dersinde bu oyunu sahneleyebileceğimizi düşledik. Hoca da bizimle birlikte heyecanlandı. Hemen bir çalışma ekibi oluşturuldu. Oyun bizim gibi amatör tiyatrocular için fazlasıyla uzun ve ağdalı olduğu için, benim görevim senaryoyu “oynanabilir” hâle getirmekti. Elime makası alıp Shakespeare’i kesip biçmeye başladım. Bir yandan da hangi rolü kim oynayabilir onu düşünüyordum.
Asıl problem, okuduğumuz okulun bir erkek lisesi olmasıydı. Yani Juliet’i sınıfımızın en ‘bebek yüzlü’ (yakışıklılık yaşına girmemiştik henüz) öğrencilerinden birisi oynayacaktı. Biliyorsunuz, Shakespeare’in yaşadığı dönemde tiyatrolarda kadın oyuncuların çalışması yasaktı ve kadın rollerini de erkekler oynuyordu. Aslına bu kadar sadık bir uyarlamaydı bizimkisi!
Ben bir hayli havaya girmiştim. Baz Luhrmann’ın yönettiği ve Leonardo Di Caprio’nun Romeo’yu canlandırdığı bir film uyarlaması vardır oyunun. Tam o sıralarda TV’de yayınlanacaktı ve ben elimde kitap, mutfaktaki 37 ekran televizyonun önünde filmi satır satır takip etmiştim. Modern bir adaptasyondu, yani olaylar bugünde geçiyordu. Haliyle bazı sahneler değiştirilmişti. Bu durum bana oyunu kesip biçme konusunda daha da cesaret verdi.
Nihayet bazı sahneleri hazırlayıp birkaç prova da yaptık ama ortaya çıkacak ürün konusunda öğretmenleri ikna edemediğimiz için yıl sonunda skeçlerden müteşekkil bir müsamere yapmakla yetindik. Juliet’i oynayacak ‘bebek yüzlü’ arkadaşa da başka bir rol bulduk. O yılların meşhur “çişimi ediyom çişimi ediyom popom kuru kalıyo” reklamından yola çıkarak hazırladığımız parodide herkesin pek sevdiği o bebeği oynadı.
Bu keyifli hikâyeden geriye Shakespeare sevgisi kaldı. Romeo ve Juliet’le aynı yıl (1996) bir de Hamlet uyarlaması çıkmıştı beyaz perdeye. Yaklaşık 4 saatlik bu filmin Cine 5’te yayınlanacağını öğrendiğimde, bu kez oturma odasındaki televizyonu önceden rezerve ettim. Malum Cine 5’teki filmlerde reklam arası olmuyordu ama bu filmi ikişer saate bölmüş, araya on dakikalık bir ihtiyaç molası sıkıştırmışlardı. Kenneth Branagh’ın canlandırdığı Prens Hamlet’in aynalarla konuşmaları içimde yer etmişti.
Macbeth’le tanışmamsa üniversite yıllarında oldu. Avrupa tiyatrosunun temel metinlerini incelediğimiz bir derste okumuştuk. Dünya tarihinin belki de en çok alıntılanan kısa tiradı oradadır, malum. Lady Macbeth’in meşum intiharının ardından Kral Macbeth şöyle sızlanır:
“Yarın, yarın, ardından yarın, ardından yine yarın. Günden güne böyle sinsice sokulur işte, gelir vakti zaman. Eridi gitti cılız mum. Hayat dediğin nedir ki: oynayan bir gölge, sahnede çırpınıp zamanını dolduran zavallı bir oyuncu. Oyun bitince duyulmaz artık sesi. Bir aptalın anlattığı gürültülü patırtılı bir masal. Hiçbir anlamı da yok.” (yanlış anlamadıysam, bu çeviri Haluk Bilginer’e aitmiş)
(İngilizce aslı:
Tomorrow, and tomorrow, and tomorrow,
Creeps in this petty pace from day to day,
To the last syllable of recorded time;
And all our yesterdays have lighted fools
The way to dusty death. Out, out, brief candle!
Life's but a walking shadow, a poor player,
That struts and frets his hour upon the stage,
And then is heard no more. It is a tale
Told by an idiot, full of sound and fury,
Signifying nothing.)
Avrupa’da nihilizmin adamakıllı tartışılmasından iki yüz yıl önce yazılmış bu satırlar için hocamız derste “proto-nihilist” yakıştırması yapmıştı. Hatırlıyorum çünkü not almıştım. Hatırlıyorum çünkü o dersten çıkıp da yurttaki odama döndüğümde Müslüm Gürses’ten Nilüfer’i tekrar-be-tekrar dinleyip bir süre bu satırları düşünmüştüm. Sözleri Murathan Mungan’a ait o şarkıda şöyle yalvarır Müslüm Baba:
“Her şeyi al
Bana beni geri ver
Bir şansım olsun
Başka yer başka zaman
Sensiz ömrüm olsun”
Bu iki kelime yığınının ortak noktası ne diye sorsanız, cevabım şu olurdu: Varlıkla yokluğun insan zihninde hızlıca yer değiştirmesinden doğan bir çeşit sihir. “[Hayat] bir aptalın anlattığı gürültülü patırtılı bir masal. Hiçbir anlamı da yok,” derken Shakespeare, az evvel gözlerimizin önünde inşa ettiği o kurmaca dünya da dâhil her şeyi boşa çıkarmaktan zerre çekinmez. “Her şeyi al bana beni geri ver” ifadesi de benzerdir. Sevgilinin her şeyi verdiği ve fakat benliği esir aldığı bir durumu tasvir eder.
Sırası değil ama bu tarz bir nihilizmi, yani varlıkta yokluğun izlerini bulup çıkarmayı tasavvufî metinlerde de görmek mümkün. Fakat burada amaç ‘görünürdeki’ (zâhir) yokluğu delillendirip ‘görünmeyendeki’ (bâtın) varlığı belirginleştirmektir. Shakespeare ise sizi yolun ortasında cascavlak bırakır!
İyi biliyorum çünkü Sir Patrick Stewart’ın oynadığı Macbeth karakterinin ağzından, yukarıda alıntıladığım bölümü bir ses dosyasına (mp3) dönüştürüp dinleye dinleye İstanbul’un karanlık sokaklarında çok dolaştım. Üstat Stewart’ın “signifying nothing” (Hiçbir anlamı da yok.) derken katılaşan, donuklaşan, adeta cehennemin dibine gideceğinin farkına varıp bütün dünyayı yakmaya karar veren sesi sık sık kulağımda çınlar.
Shakespeare oyunları soyluları anlatır çoğu kez (komedileri hariç). Aristo böyle buyurmuştur çünkü. Trajedi, soyluların başlarına gelendir. Kral Lear sözgelimi budala bir monarkın hikâyesidir. Macbeth’in günahı açgözlülüğüdür. Prens Hamlet, kararsızlıkla maluldür. Varoluşsal sancıları açığa vuran tiratları, aile ve toplum üzerine hatta sanat üzerine bir takım denemeleri çıkarırsanız, geriye kalan güçlü bir iktidar eleştirisidir. Bu oyunların Londra’nın orta yerinde aristokratlar karşısında oynandığını düşünürseniz hele.
Zamanının en “alaylı” oyun yazarlarından Shakespeare, Antik Yunan ya da Roma trajedilerindeki temaları, İngiltere ve çevresindeki soyluların hikâyeleriyle birleştirip temelde insanların zaafları üzerine oyunlar yazdı. Bu zaaf sahipleri aynı zamanda iktidardaki kimseler olduklarından onların başlarına gelen tuhaf şeyler bütün ülkeyi esir alıyordu. Savaşlar, taht ve miras kavgaları, saray entrikaları ve ölüm, bol bol ölüm. (O dönemin seyircisi de şimdiki gibi sahnede sürekli kan görmek istiyormuş belli ki.)
Öldürmekten çekinmek zayıflık alametidir bir iktidar savaşında. Prens Hamlet’in trajedisi, tutukluğudur bu yüzden. Babasının hayaleti onu ziyaret eder ve onu öldürenin, karısı ve kardeşi olduğunu anlatır. Gerçekten de Hamlet’in annesiyle amcası evlenmiş, amcası babasının yerine tahta çıkmıştır. Bu bir işaret ama gerçek olabilir mi? Ya babasının hayaletinin anlattıkları, ki zaten hayaletin kendisi bir fantazyadır, bir kurmacaysa?
Genç prensin aklına bir fikir gelir. Sarayda bir tiyatro sahneleyecektir. Babasının anlattıklarını olduğu gibi sahneye koyacak, o esnada amcasının ve annesinin tepkilerini tartacaktır. Bir kurmacayı test etmek için bir başka kurmaca. Prens Hamlet için, hayaletle karşılaşmasından sonra, hayatın kendisi de bir kurmacaya dönüşmüştür. Sahici olanın arayışına girer. Mezarlıklarda ölülerle konuşması bu sebepledir. Eğer ölümden sonrasının belirsizliği olmasa, hiç kimsenin bu hayatın ıstırabına katlanmayacağını söylemesi bundandır.
Sahnede kendini gören insan, bir aynaya bakıyormuş hissi yaşar. Oyun uzadıkça, ayna dalgalanmaya, gerçeklerle hayaller, varlıkla yokluk yer değiştirmeye başlar. Somut, sıkıcı ve sınırlayıcı gerçekliği bulandırmadan, ona nüfuz edemezsiniz. Hikâyeler bu yüzden vardır.
Shakespeare’in açıkça kıyak geçtiği, hatta çocuk yaşta kaybettiği oğlunun adını verdiği, bu ‘agnostik prens’ tereddüt ettikçe hakikate yakınlaşır, hakikate yaklaştıkça da zihnindeki bilinmezlik büyür. Tereddüt, İkarus’un kanatlarına dönüşmüştür Hamlet için. Tükenecektir nihayet ama onu bu dünyadan uzaklaştırmaya da yetecektir. Genç prens kendine (evine, dünyasına) o kadar yabancılaşır ki, sevgilisi Ophelia’nın çırpınışını da göremez.
Soyluların en soylusudur o, çünkü tereddüt edebilmiştir.