Yıllar evvel bir kitapçıda denk gelip sayfalarını karıştırınca bende, “Bunu galiba okumalıyım” hissi uyandıran, daha sonra görüşlerine güvendiğim birkaç kişiden okumam yönünde tavsiye aldığım, internetten sipariş ettikten beridir evde kapağını açmamı bekleyen bir kitaptı John Fowles’un Büyücü’sü. Kimilerine göre 20. yüzyılın en önemli başyapıtı, kimilerine göre Fowles’un en zayıf romanı. Ben ilk tespite daha yakınım. Zira bir romanın gerçekten iyi olduğunu, bitirdikten sonra içimde kabaran derin ve karmaşık kıskançlık hissi sayesinde hemen anlıyorum.
Gerçekten de etkileyici, sarsıcı bir romandan bahsediyoruz. Uzunluğu ile göz korkutan (küçük puntolarla ve boşluksuz bölümlemelerle 688 sayfa!) ve zamanımızın olağanüstü hızına hiç de denk düşmeyen yoğun betimlemeleri ile akışkanlığı pek de dert etmeyen bir kitap. Başrollerinde Anthony Quinn ve Michael Caine gibi önemli isimlerin oynadığı bir film uyarlaması (1968) da çekilmiş fakat yazarının senaryoya katkısına rağmen pek de başarılı olamamış. Ama zaten okurken, Fowles’un betimlemelerdeki ustalığı sebebiyle, zihninizde bir film gibi akıp gidiyor romanda yaşananlar. Benim filmimin başrollerinde Anthony Hopkins ve Benedict Cumberbatch vardı mesela.
Kitapta şaşırma ve hayret duygunuzu hiç kaybetmiyorsunuz ama beni çok şaşırtan iki şey oldu. Onlardan bahsedip yazının sonuna da kitapta yer alan ve ana hikâyenin bir minyatürü işlevi gören, tuhaf bir masalı alıntılayacağım. Bir sanat eserinde en sevdiğim detaylardan biri, hikâyenin içinde, o hikâyenin adeta bir özeti olan bu türlü anlatıların bulunması. Bu çoğunlukla postmodern romancıların bir numarasıdır ve Büyücü’de görür görmez aklıma Orhan Pamuk’un gelmesi de bundandı. Nitekim o da benzer numaraları kitaplarında sıklıkla yapar.
Ama Pamuk’un kitapla ilişkisinin zannettiğimden fazla olduğunu düşündüren bir paragrafa da rastladım sonradan. Eğer cüretkâr, iddialı bir edebiyat eleştirmeni olsam, Pamuk’un Kara Kitap fikrini bu paragraftan çıkardığını dâhi öne sürebilirdim. Bir nevi, bir yazarın ilham anını fotoğraflamış gibi hissettim. (Belki bunu daha önce fark eden olmuştur, Kara Kitap hakkında yazılan her şeye vakıf değilim maalesef.)
Okumamışlar için kısaca Kara Kitap’ın hikâyesini anlatayım. Kitabın başkahramanı Galip, bir sabah ansızın kaybolan karısı Rüya’yı aramaya başlar. Aynı anda Galip’in yakın akrabası ve hep hayranlıkla baktığı yazar Celal Salik de ortalarda yoktur. Galip, bir yandan Celal ve Rüya’nın birlikte kaçmış olabileceği fikrini değerlendirirken, diğer yandan İstanbul’un hem o gününe (1970’li yıllar) hem de tarihine (Türk-İslam tarihi) doğru karmaşık bir yolculuğa çıkar. Roman boyunca, “ucuz bir edebî tür” dediği polisiye roman kurgusuyla da (halbuki Rüya çok sever!) alışverişi vardır. Zaten bu hikâye de bir çeşit polisiye hikâyedir.
Galip’in Rüya’yı arayışı nihayet, hayatın bir esrarı, gizemi ve “büyüsü” olmadığı fikriyle son bulur.
“Hiçbir zaman inandıramadım seni kahramansız bir dünyaya neden inandığıma. Hiçbir zaman inandıramadım seni o kahramanları uyduran zavallı yazarların neden kahraman olmadıklarına. Hiçbir zaman inandıramadım seni o dergilerde resimleri çıkanların bizden başka bir soydan olduğuna. Hiçbir zaman inandıramadım seni sıradan bir hayata razı olman gerektiğine. Hiçbir zaman inandıramadım seni, o sırdan hayatta benim de bir yerim olması gerektiğine.” (Kara Kitap, s. 326)
İşte zihnimde bunlar bir çekmecede duruyorken, bir anda Fowles’un romanında, yazının sonunda alıntılayacağım masalın hemen arkasından şu satırlara rastladım.
“Masalın anlamı da buydu zaten. Ben etrafı böyle çılgınca aradıkça, yaz boyunca yaşananlardan bir polisiye roman çıkarıyordum ortaya ve hayatı polisiye bir roman olarak, anlaşılıp, peşine düşülecek ve yakalanacak bir şey olarak görmenin, polisiye romanı olduğu haliyle – yani en az edebî olanlar arasında – değil de, önemli bir edebiyat türü olarak görmekten daha gerçekçi (ya da şiirsel) bir durum olduğu da söylenemezdi.” (Büyücü, s. 568)
Hayatın içinde kahramanlar, saf kötüler ve saf iyiler, olağanüstülükler, kehanetler, anlamlı bir başlangıç ve sona sahip sarsılmaz bir olay örgüsü varmış gibi davranmanın nafileliği üzerine bu satırlar. Tıpkı, Kara Kitap’ta Galip’in vardığı sonuç gibi. Belki karanlıkta yolumuzu aydınlatmada hikâyeler yardımcı olabiliyor fakat içinde yol aldığımız karanlık orman, gerçekten de büyük bir hikâyenin parçası mı? Pamuk ve Fowles’a göre değil. Zaten postmodern dönemin romancıları, her daim bu “büyük hikâyeleri” parçalayan “yenilgi” anlatıları üzerine uzmanlar.
Bugün yaşadığımız dünyada “büyük hikâyelerin” geri dönüşü gibi fenomenlerden bahsediliyor, haliyle konu tartışmaya açık hâlâ.
Pamuk’un Büyücü’yü okuyup Kara Kitap’ı yazarken ondan esinlenmiş olabileceğini düşündüren bir diğer detay da aşağıdaki satırlardı. Önce Fowles’tan:
“Eski ahşap tezgaha dayanarak Nescafe içip bayat bisküvi yedim. Her zamanki gibi ekmek almayı unutmuştum. Boş bir yulaf kutusuna takıldı gözlerim. Üzerinde, kahvaltıya oturmuş ve insanın midesini bulandıracak denli mutlu bir ‘tipik’ aile resmi vardı; yanık tenli keyifli bir baba, genç kız görünümlü çekici bir anne, küçük bir oğlan ve küçük bir kız çocuğu; bir düşler ülkesi. Mecazen tükürdüm. Yine de tüm bunların ardından yatan bir gerçek olmalıydı, bu rezil herkese benzemek isteme telaşının, çamaşırların yıkanması, kopan düğmelerin dikilmesi, ihtiyaçların doyurulması, soyun devam etmesi, düzenli yemek pişmesi gibi bencil ihtiyaçların ötesinde, bir düzen ve ahenk merakı.” (Büyücü, s. 663)
Yine hayatın, sırrını çözdüğünü zannedelerin yalancı mutluluğunda değil, bütün bu “düzen” hayalinin arkasındaki anlamsız rastgelelikte bulunabileceğini düşündüren satırlar. Ama Kara Kitap’la benzerliği, aslında yulaf kutusunun üzerindeki mutlu aile tablosunda saklı. Okuyalım:
“Tıpkı, daha da boy attığımız ve birbirimizden uzaklaştığımız yıllarda, piyasaya çıkan ve bizim katta yenmediği için yalnızca Pazar sabahları sizin kahvaltı masanızda gördüğüm zeytin ezmesi kavanozunda olduğu gibi. Radyoda: ‘Oo, bakıyorum havyar yiyorsun!’ ‘Hayır, ender zeytin ezmesi.’ diye reklamı yapılan kavanozun üzerindeki kâğıtta, anneli babalı, erkek ve kız çocuklu kusursuz ve mutlu bir ailenin kahvaltı sofrası resmedilmişti. Benim sana göstermemle, resmedilen o kahvaltı masasının üzerinde de aynı kavanozun durduğunu ve ikinci bir kavanoz olduğunu ve zeytin ezmesi kavanozlarının ve mutlu ailelerin göz onları fark edemeyene kadar küçüldüklerini gördüğünde, şu anlatacağım masalın başını biliyorduk ikimiz, ama sonunu değil.” (Kara Kitap, s. 354)
Bunlar iki romanın dünyalarının birbirine en çok yaklaştığı anlar, fakat zaten yukarıda da bahsettiğim üzere aynı tema güneşinin etrafında döndüklerini de söylemek mümkün.
Büyücü’de beni şaşırtan ikinci şey de şuydu: Bu roman, Fowles’un ilk romanı aslında. Ancak bunları “piyasaya” sunabilmek için özgüvenini kazanmasını beklemiş. Nihayet Koleksiyoncu romanı tutunca, oturup bu romanı tamamlamış ve yayıncıya göndermiş. Eleştirmenler ilk etapta hiç beğenmemişler fakat okuyucuların en beğendiği romanı olmuş. Nitekim romanın muğlak sonuna dair daha fazla detay öğrenmek için mektuplar yağmış (1960’lardan bahsediyoruz, yani temel iletişim aracı mektup olan yıllardan).
Fowles da buna itiraz etmiyor pek. Hatta kendisinin de bu romandan pek tatmin olmadığını, buna rağmen okuyucunun en zayıf romanını en çok beğenmesini kabullenmek zorunda kaldığını itiraf ediyor. Buna “bir yeniyetmelik romanı” adını da takmış. Bir erkeğin kendi erkekliği ile yüzleşmesi, büyümesi, olgunlaşması hikâyesi bir bakıma. İçinden atması gereken zehrin tarifi.
Son olarak değinmeden geçemeyeceğim… 20. yüzyılın en önemli romanlarından ikisi, Thomas Mann’ın Büyülü Dağ’ı ve Fowles’un Büyücü’sü. Her ikisi de “büyü” fikrinden, yani insan aklını aciz bırakan durumlar ve düşüncelerden hareketle yazılmış kitaplar. Kara Kitap’ta da “esrar” kelimesinin etrafında benzer oyunlar oynandığını, okuyanlarınız hatırlar. Geçen yazının sonlarında şöyle demiştim: “İnsanların hiç değişmeyeceği fikri, bu hayatı katlanılmaz kılıyor. Haliyle yine hikâyelere dönüyorum. Başkaca da bir büyü kalmadı belki de.”
Derken birkaç gün önce gezdiğim bir müzede, Picasso’nun şu sözlerine rastladım duvarda:
“Resim yapmak estetik bir eylem değildir, bilakis bizimle yabancı ve hasım dış dünya arasında aracılık yapmaya niyetli, bir çeşit büyüdür. (…) İnsanlar bu maskeleri [Afrikalı yerel halkların dini ritüeller için kullandığı ve Picasso’ya da uzun yıllar ilham olan maskeler] büyülü, kendileri ve bilinmeyen kötücül güçler arasında korkularını aşmak için bir dolayım elde etmek gibi, bir maksat için yapmışlardı. Sonunda resim yapmanın aslında ne olduğunun farkına vardım: Arzularımız kadar korkularımıza da biçim vererek iktidarı (irademizi) ele geçirme (ele alma) çabası.”
Geldik sözünü verdiğim masala… Benim kıssadan çıkardığım hisse şu: Gerçeklik sandığımız şeyin de bir başka türden büyü olduğu bir dünyada, neye nasıl güvenebilirsiniz ki? Bilmem siz ne dersiniz…
Hepinize mutlu yıllar!
NOT: Bu e-bültene abone olmak isterseniz, aşağıya e-posta adresinizi ekleyebilirsiniz.
Prens ve Büyücü
çeviren: Meram Arvas (Ayrıntı Yayınları)
Bir zamanlar üç şeyin haricinde her şeye inanan genç bir prens varmış. Bu prens prenseslere, adalara ve Tanrıya inanmazmış. Böyle şeylerin var olmadığını ona babası, kral söylemiş. Babasının ülkesinde hiçbir prenses ya da ada bulunmadığından ve Tanrının varlığına dair hiçbir işaret olmadığından genç prens de babasına inanırmış.
Sonra, günlerden bir gün prens saraydan kaçmış. Yolu komşu diyara düşmüş. Burada, her bir kıyıdan bakıldığında başka başka adaların olduğunu ve yine bu adalarda, ne olduğunu anlayamadığı, tuhaf ve rahatsız edici yaratıkların yaşadığını görüp hayrete düşmüş. Tam bir tekne aranırken, üzerinde yerlere kadar uzanan elbisesiyle bir adam kıyı boyunca ilerleyerek yanına yaklaşmış.
“Şu adalar gerçek mi?” diye sormuş genç prens.
“Tabii ki gerçek o adalar,” demiş uzun elbiseli adam.
“Peki ya şu tuhaf ve rahatsız edici yaratıklar?”
“Hepsi de gerçek birer prenses onların.”
“Öyleyse Tanrı da var olmalı!” diye bağırmış genç prens.
Uzun elbiseli adam başını hafifçe öne eğerek, “Tanrı benim,” diye karşılık vermiş.
Genç prens bunu duyar duymaz sarayına dönmüş.
“Döndün demek,” demiş kral babası.
“Adalar, prensesler gördüm ve Tanrıyı gördüm,” demiş prens sitemkâr.
Kral hiç istifini bozmamış.
“Gerçek ada, gerçek prenses ya da gerçek Tanrı diye bir şey yoktur.”
“Ama gördüm onları!”
“Söyle bakalım, Tanrının üzerinde ne vardı?”
“Upuzun bir elbise vardı”
“Elbisesinin kolları kıvrık mıydı peki?”
Kollarının kıvrık olduğunu hatırlamış prens. Kral gülümsemiş.
“Bu bir büyücü kıyafetidir. Kandırmış seni.”
Prens bunun üzerine komşu diyara dönerek aynı kıyıya varmış ve karşısında yine o uzun elbiseli adamı bulmuş.
Genç prens, “Kral babam senin kim olduğunu söyledi bana,” demiş öfkeyle. “Geçen sefer kandırdın beni, ama bu defa kandıramayacaksın. Onların gerçek birer ada ve prenses olmadığını biliyorum artık, çünkü sen bir büyücüsün.”
Kıyıdaki adam gülümsemiş.
“Esas kandırılan sensin, evlat. Babanın krallığında da pek çok ada ve prenses var. Ama baban öyle bir büyü yapmış ki sana, hiçbirini göremiyorsun.”
Prens düşünceli düşünceli krallığına dönmüş gene. Babasını bulup, gözlerinin içine bakmış.
”Baba, gerçek bir kral değil de yalnızca bir büyücü olduğun doğru mu?”
Kral gülümseyip elbisesinin kollarını kıvırmış.
“Evet oğlum, yalnızca bir büyücüyüm ben.”
“Öyleyse kıyıdaki o adam da Tanrıydı.”
“Kıyıdaki adam da başka bir büyücüydü.”
“Asıl gerçeği öğrenmem gerek, sihrin ötesindeki gerçeği yani.”
“Sihrin ötesinde bir gerçek yoktur,” demiş kral.
Prens çok üzülmüş. “Öldüreceğim kendimi,” demiş.
Kral bir sihir yaparak ölümü çağırmış. Ölüm kapıda dikilip, prense yanma gelmesini işaret etmiş. Prens ürpermiş. Güzel olup gerçek olmayan adaları ve gerçek olmayıp güzel olan prensesleri düşünmüş.
“Neyse,” demiş. “Dayanabilirim herhalde.”
“Bak gördün mü oğlum,” demiş kral, “sen de bir büyücü oluyorsun artık.”