Bu e-bülten ya da e-fanzin geçenlerde (7 Aralık) birinci yılını doldurdu. An itibariyle 126 abonesi var. Sanırım çoğunuzu şahsen hiç tanımadım. Arada sıkılıp bırakanlar da oldu tabi. Ama her birine (yani size, her birinize!) tek tek minnettarım. Konuşurken karşıda birinin var olması, bir şeyleri gerçek kılıyor malum.
Son bir yılda beni en çok heyecanlandıran telefon bildirimleri, Gmail’den gelenlerdi. Bu yazıyı okuduğunuz Substack platformu, her yeni abonede bir e-posta gönderiyor. Yeni birilerinin burada paylaştıklarıma ilgi duyması, sevinçle karışık bir hayret duygusu uyandırıyor.
Şöyle bir geriye dönüp bakınca, bu e-postayla birlikte, şimdilerde moda olan tabirle, 30 adet “içerik” yayınlamışım. Substack platformu sağolsun, bazı istatistikleri tutuyor. Mesela bu 29 içeriğe 2,138 kez “tıklanmış”. Elbette bu “tık”ların ne kadarının gerçek bir okuma deneyimine dönüştüğünü bilemiyoruz. İnternet zamanları işte… Gerçi eskiden de satın alınan kitapların, dergilerin, gazetelerin okunduğundan emin olunabiliyor muydu?
Ama okuyanlar olduğunu, okuduklarının onlarda bazı düşüncelere kapı araladığını, zaman zaman bana kadar ulaşan tepkilerden anlayabiliyorum. Benim açımdan sevindirici bir gelişme.
Zihnimde çeşit çeşit karakterler belirip cirit atmasa, hafızam beni sık sık geçmişten bir sahneyle şaşırtmasa, yahut günlük hayatta karşılaştığım suretlerin arkasındaki hikâyeleri bu kadar ısrarla merak etmesem, yazmayı çoktan bırakırdım sanırım. Bu da demek oluyor ki, bir süre daha beraberiz!
Aslında geçenlerde hikâye yazmayı değil de dinlemeyi daha çok sevdiğimi fark ettim. Ama askerlik hatırası anlatır gibi ezbere anlatılanları değil, anlatırken anlatıcıyı ufak ufak değiştiren şeyleri. Yapıp ettiklerimizin derinine inip oradan kum çıkarmayı başaran hikâyeleri. Ya da daha basitçe, bir insanın kendi hayatı üzerine düşüncelerinin arasına girebilmeyi.
Mahallede Talat Abi vardı, en büyüğümüzdü, bir akşam bana işim olup olmadığını sordu. Şu an bunu yazarken dehşete kapılıyorum ama üzerinden YİRMİ seneden fazla bir süre geçmiş olmalı. İşim olmadığını öğrenince önce cadde üzerindeki tekel bayiye gidip altı kutu bira aldık. Ardından mahallenin kuytu bir köşesinde oturup muhabbet etmeye başladık.
Her bıçkın delikanlı gibi okulla arası iyi değildi ama babası memur, kardeşleri de okumuş kimseler olduğundan, en azından bir baltaya sap olacak kadar okuması için aileden baskı görüyordu belli ki. Ağzı iyi laf yapar, bulunduğu ortamdaki herkesi keyiflendirir, kendinden küçük mahalle arkadaşlarını her defasında yeni bir maceraya koşturarak onların hayranlığını kazanırdı.
O akşam beni alıkoyup uzun uzun “o kız”dan bahsetmişti. Yeni ayrılmışlardı. Birkaç gün sonra, koluna maket bıçağıyla kızın ismini kazıdığını gösterecekti. O kadar çok sevmiş miydi? Ya da o kadar sevmek, erişilmesi gereken bir hedef olduğundan, o kadar çok sevmesi mi icap ediyordu? Koluna maket bıçağıyla isim kazımak bir sevgi ifadesi miydi?
Ben inanmıştım ona. Orada bunun büyük bir sevda olduğuna kanaat getirmiştim. Fakat kısa süre sonra unutacaktı. Hatta kolunda hâlâ “o kız”ın ismi varken, başkasıyla buluşmaya gittiğinde, yaz günü kolunu saklamak için neler yaptığını anlatacaktı gülerek. Bunu yargılamak için anlatmıyorum; biz insanlar çoğunlukla böyleyiz, hayatın akışındaki hız karşısında çaresizce oradan oraya savruluyoruz.
Talat Abi’nin bende sezdiği şeyi, ona hayatıyla ilgili sıkıntıları başkalarına değil de yaşça kendinden bir hayli küçük olan bana anlatmayı makul gösteren şeyi, daha sonraki hayatımda başkaları da sezmişti.
Daha sonra, ben üniversitede okurken yaz tatili için memlekete gittiğimde yine karşılaşmıştık Talat Abi’yle. O cezaevinden izinle birkaç günlüğüne dışarı çıkmıştı. Neden girdiğini hiç sormadım. Bana cezası bitince yapmak istediklerinden bahsetti büyük bir umutla.
Charles Dickens’ın Büyük Umutlar romanının kahramanı Pip, evlerinin yakınında rastladığı bir kaçak mahkuma evden yiyecek şeyler götürür romanın daha hemen başında. Ne zaman o sahneye denk gelsem (kitapta ya da film uyarlamasında), Pip’in korkuyla değil de şefkatle yaklaşarak o adama gerçekten yardımcı olmak istediğini düşünürüm.
Yalan yok, Talat Abi o akşam da inandırmıştı beni. Ve yine, birkaç yıl sonra tekrar onunla karşılaştığımda, cezasını yatıp çıkmıştı, pek de bir şeylerin değişmediğine şahit olacaktım. Ama o karşılaşmada da oturup konuşsak, bana yaşadıklarıyla ilgili farkındalık dolu cümleler kursa, ben yine inanırdım muhtemelen.
Belki de, insanların kendileriyle ilgili içlerinde taşıdıkları umutları ya da bazen umutsuzluk görünümlü ‘acaba’ları ve ‘farklı bir hikâye mümkün mü?’ sorgulamalarını bana anlatmalarında bu saf yanımın bir etkisi vardır.
Dönem dönem ben de kendime böyle iyi dinleyiciler bulmuştum. Onlara anlattıklarımı düşününce, bendekine benzer bir hayal kırıklığına yol açmış olabileceğimi de fark ettiğim oluyor. Gene de ama o konuşmaların devam etmesi hâlinde, insanların gerçekten de değişmek isteyebileceklerine inanmayı sürdürüyorum.
Yazmanın da bu yönde atılmış bir adım olduğu kanaatindeyim. Bazen bir hikâyenin küçük bir parçasının, bizi zihnimizde daha önce pek uğramadığımız bir yere götürebileceğini, orada ihmal ettiğimiz bir şeyleri tetikleyebileceğini düşünüyorum.
Ve uzun zamandır da, kendi içine bakmayan bir metin okumaktan kaçınıyorum. Lüzumsuz tekrarlar ve ezberler, çiğ düşünceler, gayretsiz çıkarımlar beni hayattan soğutuyor. İnsanların hiç değişmeyeceği fikri, bu hayatı katlanılmaz kılıyor. Haliyle yine hikâyelere dönüyorum. Başkaca da bir büyü kalmadı belki de.
Neyse lafı uzattım. Bakalım burada ikinci yıl nasıl geçecek ve ben yukarıda anlattıklarımın ne kadarını hâlâ zihnimde taşıyabileceğim?
Hikâyeleriniz varsa, paylaşın, ben buradayım. Safça dinlerim, okurum. Görüşmek üzere!