Tesadüflerin bir maksadı olduğuna inanır mısınız? Gençken inanırdım. Şu anda pek emin değilim. Ama hayatımda çok sayıda “hoş tesadüf” yaşamışımdır. Bunlardan birisi, az sonra kısa hikâyesini okuyacağınız İtalyan yazarla ilgili.
Yaklaşık bir ay evvel, yaz tatili için İtalya’ya gitmeye karar verdik. Avrupa sınırları içinde yaşadığımız için, tabi bu kararı vermek kolay oldu. Tatile başlamadan kısa süre önce Ekşi Sözlük’te gezinirken, “Tanrıyı Gören Köpek” başlığına tıkladım.
Bu başlık, İtalyan yazar Dino Buzzati’nin bir kısa hikâyesine ait. Aynı zamanda Türkçe’ye çevrilen hikâyelerinin yer aldığı kitabın da ismi. 1995’te Can Yayınlarından bu isimle çıkmış, aynı yıl Milliyet Yayınları da “Tanrı Görmüş Köpek” adıyla bir başka Buzzati seçkisi basmış. Yanlış görmediysem içerdikleri öykülerden aynı olanlar da var, farklı olanlar da.
Bir ülkeye giderken çoğu zaman o ülkenin edebiyatı hakkında kısa bir araştırma (Google’lama) yaparım. Bu kez, ayağıma kadar gelmiş oldu. Aslında İtalyan edebiyatı deyince modern dönemden Italo Calvino ve Umberto Eco daha sık radarıma girmiş yazarlar. Ama bu “hoş tesadüfün” beni Buzzati’ye yönlendirmesine sevindim.
Hiç Dino Buzzati okumadıysanız bile, Tatar Çölü romanını duymuşsunuzdur. Buzzati aynı zamanda gazeteci. Fantastik hikâyeleri, bir gazete haberi gibi anlatabilmesini övenler olmuş. Yazma biçimini Franz Kafka’ya benzetenler var. Bilhassa kısa hikâyelerini okuduğunuzda, Buzzati’yle ilgili bu yorumlarda haklılık payı olduğunu göreceksinizdir.
Aşağıda okuyacağınız öyküyü, Milliyet Yayınları seçkisinde buldum. İhsan Akay çevirmiş. Çeviride içime sinmeyen yerler olunca, hikâyenin İngilizcesini buldum ve oradan aldığım yardımla, haddim olmayarak bazı düzeltmeler yaptım. Umarım beğenirsiniz…
Buzzati bu acımasız hikâyeyi 1966 yılında yazmış. Aradan geçen yarım asırdan uzun sürede, dünyanın acılığında pek bir değişiklik yok. İyi okumalar!
NOT: Yaz aylarındayız, postalar seyrekleşti. Ama telafi edeceğim! Abone olmak isteyenler şuraya e-posta adresini bırakabilir:
Hapishanede Bulmaca
Dino Buzzati
Çeviri: İhsan Akay, Milliyet Yayınları
Şehrin çevresinde, müebbetlik mahkumlara ayrılan bu büyük cezaevinde, görünüşte insancıl ama aslında pek insafsız bir kural vardır.
Biz hükümlülerden her birine, halkın önüne bir tek defa çıkıp kalabalığa karşı yarım saat konuşma izni verilir. Hücresinden alınan mahpus, müdürlük ile yönetim odalarının bulunduğu dış yapının bir balkonuna götürülür. Koskoca Trinità Meydanı önünde uzanır, dinlemeye gelen halk yığını da oradadır. Konuşmanın sonunda halk alkışlarsa, hükümlü serbest bırakılır.
Benzersiz bir hoşgörü gibi görünebilir bu. Ama değildir. Evvela, halka seslenme fırsatı sadece bir defa, yani mahkumun ömrü boyunca bir tek defa verilir. İkinci olarak, halk yığını – hemen her seferinde olduğu üzere – olumsuz karşılık verdi mi, giyilen hüküm bir bakıma halk tarafından doğrulandığından, hapistekinin ruhu için daha da ezicidir; cezaevinde geçen günler, bundan böyle, daha karanlık ve acı gelir ona.
Hem sonra, bu umudu işkenceye çeviren bir başka durum vardır. Hükümlü aslında bilmez bu konuşma izninin kendisine ne zaman verileceğini. Karar kasıtlı olarak cezaevi müdürüne bırakılmıştır. Hapse girdikten yarım saat kadar sonra bile balkona götürülmesi mümkündür adamcağızın. Fakat uzun yıllar bekletilmesi de ihtimal dışı değildir. Hapse pek genç yaşta giren bazı mahkûmlar, hemen hemen konuşamayacak kadar ihtiyarlayıp iki büklüm olduktan sonra götürülmüştü o uğursuz balkona. Konuşmaya gerekli huzur içinde hazırlanmak mümkün değildir bu yüzden. Bazıları kurar durur: Belki beni yarın çağıracaklar, belki bu akşam, belki bir saat sonra. Huzursuzluğun başlangıcıdır bu ve huzursuzluk baş gösterdi mi tasarlananlar alt üst olur, en umutsuz düşünceler sinir bozucu bir karışıklık içinde birbirini kovalar. Pek kısa olan günlük dolaşma saatinde çilekeş yoldaşlarla bu bahsi konuşmak hiç fayda vermez. Genellikle, bahtı kara topluluğumuzdaki her karşılaşmanın başlıca konusu olması gereken bu hususta karşılıklı güven yoktur. Genellikle herkes, büyük sırrı, halkın hasis yüreğini cömert kılacak dayanılmaz kanıtı keşfettiği kuruntusunu besler durur. Kendisinden önce davranmasın diye de sırrını başkasına açmaktan kaçınır: Aslında mantıksaldır bu, bir muhakeme tarzına kendilerini kaptıran kişiler, aynı muhakemenin ikinci kez tekrarlandığını duyarlarsa şüpheci ve ürkek kesilirler.
Konuşmalarını yapmış fakat başarılı olamamışların deneyimleri faydalı olabilir, mesela bir mahkûma balkonda nasıl davranacağını öğretebilir. Onların benimsemiş olduğu yöntemler bir kenara bırakılabilir hiç değilse. Fakat o “başarısızların” ağzını bıçak açmaz. Ne dediklerini, halkın nasıl tepki gösterdiğini bize anlatmaları için boşuna yalvarır dururuz onlara. Alaycı alaycı gülümserler ve bir şey söylemezler. Denebilir ki şu düşüncededirler: “Ömrüm boyunca kodeste kalacağım ben, siz de kalıverin be yahu! Hiçbir surette yardıma niyetim yok sizlere.” Gerçekten de hınzırın tekidir hepsi.
Yine de, bütün bu sır dolu havaya karşın, bazı küçük şeyler öğrenmemizin çaresi bulunur. Fakat bu bulanık ıvır zıvır içinde işe yarar bir şeyler açığa çıkmaz. Söz gelişi, kalabalığa hitap eden bu konuşmalarda hükümlüler hep şu iki lafı tekrarlayıp dururlar: Suçsuzlukları ve aile, vatan, millet hisleri. Laf mı bunlar? Elbet öyle diyecekler. Ama bu konuları ne biçimde işlemişlerdir? Nasıl bir dil kullanmışlardır? Atıp tutmuşlar mıdır? Yalvarıp yakarmışlar mıdır? Gözyaşı dökmüşler midir? Kimse bilmez burada bunu.
Fakat en cesaret kırıcı şey, hemşerilerimizden meydana gelen o halk yığınıdır. İpe çekilecek adamlarız bizler ama dışardakilerin, özgür erkeklerin ve kadınların umurunda değildir bu. Bir hükümlünün balkondan konuşacağı haberi yayılır yayılmaz, bir insanoğlunun hayatı ile ilgili ciddi bir yargıyı verecek olanların ruh haliyle değil de, sanki bayram yerine gidiyorlarmış gibi sırf eğlenmek için üşüşürler meydana. Sanmayın ki bu seyirci yığını sadece ayak takımı tortusudur; memurlar, serbest meslektekiler, işçiler, örnek ahlak sahibi pek çok kimseler vardır içlerinde, bütün aileleri de yanlarındadır. Nihayetinde tutumları anlayıştan yana değil, teselli ve acıma ile ilgilidir. Onlar da hoşça vakit geçirmeye gelmiştir oraya. Bizler zaten, çizgili hapishane kıyafetlerimiz ve yarı kazınmış kafamızla, tasarlanması mümkün en kaba, en gülünç ve iğrenç görünüşe bürünmüşüzdür. Balkona çıkan zavallı adam, öyle tahmin edileceği üzere, saygılı ve çekingen bir sessizlik bulmaz önünde; ıslıklarla, açık saçık laflarla, çınlayan kahkahalarla karşılanır. Zaten kahır içinde titreyen bir adam, böyle bir seyirci topluluğu karşısında ne yapabilir ki? Umutsuz bir girişimdir bu.
Efsane nakleder gibi, vaktiyle bazı mahkumların bu imtihanı geçtikleri anlatılır ara sıra. Tekinsiz söylentilerden oluşur ama bunlar. Kesin olan şudur ki, dokuz yıldır, yani ben hapse girdim gireli hiç kimse başarıya ulaşamamıştır burada. O tarihten bu yana, yaklaşık ayda bir defa, içimizden biri konuşmak üzere balkona götürülmüştür. Ama bir vakit sonra kös kös dönmüştür hepsi hücresine. Halk vahşice ıslıklamıştır onları…
İşte şimdi gardiyanlar sıramın geldiğini haber verdiler bana. Öğleüstü saat ikiydi, iki saat sonra kalabalığın önüne çıkmam gerekiyordu. Korku duymuyordum ama. Ne söylemem gerektiğini sözcüğü sözcüğüne biliyordum çoktan. Korkunç bulmacayı çözdüğümü sanıyordum. Uzun süre düşünüp durdum bunu… Tam dokuz yıl düşündüm, anlarsınız ya… Seyircilerden yana kuruntuya filan kapılmıyorum zerre kadar, benim çilekeş yoldaşlarımı kös kös dinlemiş olanlardan daha anlayışlı davranmayacaklar elbet.
Hücremin demir kapısı açılıyor, cezaevini bir baştan bir başa adımlatıyorlar bana, iki kat merdiven çıkıyorum, çok büyük bir salona girip balkona atıyorum adımımı. Arkamdan kapı kanatlarını kapıyorlar. Halkın önünde tek başımayım artık.
Işık öylesine keskindi ki gözlerimi açık tutamıyordum bir türlü. Yüksek yargıçları gördüm çok geçmeden. En azından üç bin kişi vardı, hepsinin gözleri üzerime dikilmişti.
Az sonra, korkunç derecede adi, uzun bir ıslık alçakça salvoyu açtı. Kahkahalara, kışkırtmalara, alaylara bakılırsa, sapsarı kesilen kupkuru suratımı görmek bile anlatılmaz bir kıvanç veriyordu onlara. “Seni gidi beyzade seni! Konuş, suçsuz adam! Güldür bari bizi, mavallar oku bize. Küçük kadının bekler durur seni değil mi? Ya küçük çocukların, yavrularını görmeyi pek istersin değil mi?”
Ellerim parmaklığa dayalı put kesilmiş duruyordum. Tam balkonun altında, bana pek alımlı görünen bir kız ilişti gözüme; iki eliyle zaten açık saçık entarisini büsbütün araladı daha iyi göreyim diye. “Söyle bakayım yakışıklı delikanlı, hoşuna gidiyor muyum?” diye gürlüyordu. “Canın pek mi çekiyor?” Ve basıyordu kahkahayı.
Planım, beni hâlâ kurtarabilecek tek plan, kafamdaydı benim. Gürültüye pabuç bırakmadım, kendimi koyuvermedim, pes etmedim, susun filan da demedim, kılımı bile kıpırdatmadım.
Anlatılmaz bir ferahlıkla farkına vardım ki davranışlarım şaşırtıyordu onları. Herhalde, balkona benden önce çıkan mahkumlar başka bir taktik kullanmışlar, belki de tepki gösterip seslerini yükseltmişler, sözlerine kulak verilmesi için yalvarıp yakarmışlar ve böylece davayı kaybetmişlerdi.
Bir heykel gibi hareketsiz ve sessiz durduğumdan, iğrenç uğultu dindi yavaş yavaş. Şuradan buradan, tek tük birkaç ıslık öttü, sonra ses kesildi.
Tıs yoktu. Kendi kendimi çok sıkı bir denetim altında tutuyor, ses çıkarmamakta ısrar ediyordum.
Nihayet neredeyse nazik ve samimi bir ses duyuldu: “Konuş be yahu! Konuş haydi. Seni dinliyoruz.”
Ben de nihayet ağzımı açmaya karar verdim.
“Ne diye konuşacakmışım?” dedim. “Buraya geldimse sıra bende diye geldim. Sırf bunun için geldim. Sizleri duygulandırmaya niyetim yok. Suçsuz değilim ben. Ailemi tekrar görmek isteğini duyduğum filan yok. Buradan çıkmayı da hiç istemiyorum. Mutluyum ben bu cezaevinde.”
Belli belirsiz bir uğultu yükseldi. Ve sonra tek bir ses duyuldu: “Hadi oradan, maval okuma bize!”
“Sizden daha mutluyum,” dedim. “Bunun nasıl olduğunu açıklayamam size, ama canım isteyince, kimsenin bilmediği gizli bir geçide dalarak hücremden uzaklaşıp güzelim bir villanın bahçesine gidebilirim; bu villanın hangisi olduğunu açıklayacak değilim elbet size, çevrede o kadar çok ki güzel villalar. Orada tanırlar beni ve pek severler. Hem sonra orada bir de şu var…”
Kısaca durakladım. Kalabalığa bakıyordum. Şaşkınlığa ve düş kırıklığına uğramışlardı. Yakalamak üzere oldukları avın ellerinden kaçtığını görüyorlardı sanki.
“Evet bir de şu var, bana tutkun nefis bir genç kadın,” dedim.
“Yeter, yeter!” diye haykırdı içlerinden biri sinirli sinirli.
Benim mutlu olduğumu bilmek son derece sıkıntı veriyordu herhalde onlara.
“Rahat bırakın beni madem,” diye bağırdım. “Rica ederim rahat bırakın beni, iyi insanlar! Acıyın bana. Uzaklaştırmayın buradan beni. Islık çalın, yalvarırım size ıslık çalın.”
Bir ürperti kapladı kalabalığı, bana karşı bir nefret dalgası sardı hepsini, açıkça sezdim bunu. Söylediklerimin gerçek olma ihtimali, yerimden sahiden memnun olduğuma dair ufacık bir şüphe bile huzursuz ediyordu onları. Fakat kararsızdılar hâlâ.
Sesimi dokunaklı dokunaklı titretip parmaklığın üstünden aşağı sarktım:
“Bana hayır demeyin, iyi yüreklisiniz sizler,” diye bağırdım. “Bir şey kaybedecek değilsiniz ki! Hadi, temiz kalpli efendiler, ıslıklayın şu zavallı mutlu mahkumu.”
Kıskançlık dolu bir ses yükseldi kalabalıktan:
“Hayır! Bu senin için en kolayı olur!”
Ve sonra bir alkış, bir daha, on daha, yüz daha. Artan bir kuvvetle çınlayıp duruyordu alkış sesleri.
Hınzırları faka bastırmıştım. Arkamda kapının kanatları açıldı.
“Hadi bakalım,” dediler, “serbestsin.”