Geçenlerde buraya kar yağdı. Günlerdir yerler bembeyaz. Bir kısmı erise de, bir kısmı buza döndü. Aslında karla ilgili çocukluk hatıralarımdan bahsetmek istemiştim. Ama yazının başına oturunca başka hatıralar üşüştü zihnime. Neredeyse bütün bir Cumartesi günümü onlarla geçirdim ve ortaya böyle bir hikâye çıktı. Girişi bu sefer fazla uzatmayayım, sizi hemen hikâyeyle baş başa bırakayım…
Yazarken tekrar tekrar dinlediğim parça şuracıkta:
NOT: Bu yazıları e-posta adresinize almak isterseniz, aşağıya e-posta adresinizi yazarak abone olabilirsiniz.
Çocukluk arkadaşı
“Neden o aile hakkında yazmıyorsun?” dedi karım. Belki de editörüm demeliyim. Günlerdir bilgisayar başında boş boş ekrana baktığımı gördüğü için, ara sıra benimle konuşup içimden yazmaya değer bir şeyler çıkarmaya çalışıyordu. Bu gelişigüzel sohbetlerden birinde, ona bir çocukluk arkadaşımdan bahsetmiştim.
Dört erkek kardeşlerdi. İki odalı bir evde yaşıyorlardı. Evin kapısından içeri girdiğinizde daracık, hepi topu dört ya da beş adımlık bir koridor çıkıyordu karşınıza. O girişin sağ ucunda, doğru düzgün çift kişilik bir yatağın asla sığamayacağı, bu sebeple, sünger ve kumaş parçalarıyla doldurulmuş, çuval gibi bir yatağın yerleştirildiği yer, ebeveynlerin odasıydı. Neyse ki annesi de babası da ufak tefek insanlardı.
Yataktan geriye kalan iki gıdım boşluğa dikilmiş ince uzun gardıropta aile fertlerinin kıyafetleri, çarşaflar, nevresimler ve geriye kalan eşyalar tıkış tıkış duruyordu. Gardırobun üstüne de tavana kadar karton kutular dizilmişti.
Bu odadan çıktığınızda, hemen sağdaki kapı tuvaletti. Gri betonun ortasında bir karışlık delikten ibaretti. Metal bir kova ve eski, yıpranmış plastik bir maşrapayla banyoyu da burada yapıyorlardı. Duvarların alçısı yoktu. İçerisi her daim küf ve sidik kokardı. Annem, o gün evlerine girmişsem, üzerime sinen kokudan anlayabildiğini söylemişti birinde.
Tuvalet kapısının yanında, kapısı olmayan ufacık bir mutfak vardı. İki gözlü bir ocak, duvara iliştirilmiş birkaç dolap ve kıç kadar tezgahın yanında mutfak lavabosu. İçeride tek kişi ayakta durabilirdi ancak. Buzdolabı, evin salonundaydı. Koridorun sol ucundaki bu odada geceleri, ikisi yirmili yaşlarında, dört erkek çocuk uyuyor, gündüzleri burada yemek yeniyor, günlük ev işleri görülüyor, bazen de misafir ağırlanıyordu. Duvarlardan birini boyası atmış ahşap bir dolap kaplamıştı. O dolabın tam ortasına eski bir televizyon kondurmuşlardı. Diğer üç duvarın önünde de birer kanepe vardı. Küçük oğlan, o zaman dört beş yaşlarındaydı, geceleri serdikleri yer yatağında yatıyordu.
“Bu ailenin nesini anlatacağım?” diye sordum karıma. “Aşırı yoksullardı. Bütün hikâyeleri bu. Her şeyin sebebi bu. Hatta annelerinin hayatımda tanıdığım en çirkin kadın olmasının bile sebebi bu.” Kaşlarını çattı ve bana iyi düşünmemi salık verdi. “Nelerden konuşurdunuz o arkadaşınla?”
Kasım, benden iki yaş büyüktü. Ergenliğe yeni girmişti. Mahallede sürekli futbol, sporcu kartlarıyla ütmeli oyunlar ve İstanbul saklambacı dediğimiz bir çeşit saklambaç oynardık. Bunların yanında dönem dönem moda olan ama sonra nedense bıraktığımız oyunlar da olurdu: Bilye, küçük oyuncak arabalarla arkadan ittirmeli araba yarışı, uzun eşek, dayaklı kovalamaca, krikete çok benzeyen ve tahtalarla oynanan bir oyun daha. Kasım, futbolda çok iyiydi. Gerçek hayatta olduğu gibi maçlarda da kurnazdı. Rakiplerini kandırarak çalımlamayı başarırdı. Mahalle maçlarının tartışmasız yıldızıydı. Televizyondaki magazin programları sayesinde, yoksul bir çocukluk geçirmiş futbolcuların bir anda zenginleştiklerini biliyorduk.
“Herhalde futbol topu onun için bir kurtuluş aracıydı,” dedim karıma Kasım’ın suya düşen futbol hayallerini anlatırken. “Belki de gerçekten oynamayı seviyordu, olamaz mı?” diye karşılık verdi.
Mahallemizde onun gibi futbolcu olmak isteyen biri daha vardı. Zengin bir ailenin çocuğu. Haftanın bazı günleri babası arabayla onu antrenmanlara götürür, üzerine hep yeni eşofmanlar, formalar alırdı. Kasım’ın da iyi top oynadığını bildiğinden, bir gün durumu babasına çıtlatmıştı. Birlikte birkaç antrenmana gittiler. Hoca da beğenmişti. Kasım’ın ailesi, ufak tefek masrafları karşılamak istemedi. Evet, paraları yoktu ama bana kalırsa asıl sebep o değildi. Çünkü babası kapıcı maaşının çok azını harcamaya izin veriyor, geriye kalan parayla köyde bir ev yaptırıyordu.
“Neydi peki sebep?” diye sordu karım merakla. “Sürpriz masraflar çıkarabilecek bir maceraydı bu. Planlarının bozulmasını istemiyordu. O ev, onun için daha iyi bir hayatın umuduydu. O umut olmadan, şu anki hayatını yaşayabilmesi neredeyse imkânsızdı.” Pek ikna olmamış gibiydi.
Okula gitmediğimiz yaz akşamlarında bazen, mahalledeki herkesin bir işi olurdu da, eğer gündüzünde çok çalışmamışsa ya da babası ona o an yapacak bir iş vermemişse, Kasım’la baş başa kalırdık. Onunla konuşmak keyifliydi. İyi esprileri vardı, pratik bir zekaya sahipti. Bir keresinde, babasının kapıcılığını yaptığı sekiz katlı apartmanı karşıdan gören bir banka oturmuş, tahmin yoluyla binanın boyunu hesaplamaya çalışmıştık. Her kat için iki buçuk metre biçmiş, alt kattakiler için tavan, üsttekiler içinse taban olan katlar arası boşluğun da otuz ya da kırk santim olabileceğini düşünmüştük. En alt katta dükkânlar vardı ve onların tavan yüksekliği apartman dairelerinden biraz fazlaydı. Üç metre? Yok yok, iki metre seksen santim. Peki ya çatı?
Babasında anahtarlar olduğu için, birkaç kez gizlice en tepeye çıkmışlığımız vardı. Yüksek katlı apartmanlarda genişçe bir balkona ya da terasa benzerdi çatı katı. Apartman sakinleri çoğu zaman orayı depo olarak kullanırdı. Kasım, çatıda geçirdiği vakitleri hayal etti ve “Son kat için üç buçuk metre diyelim, çatı da dâhil,” deyiverdi. O gece saatlerimizi bir apartmanın boyunu göz kararı hesap etmeye çalışarak geçirdiğimiz için kendimize çok gülmüştük. Özel bir anı paylaşmıştık sanki.
“Dersleri nasıldı okulda?” diye sordu karım. Pek iyi değildi, dedim. Mahallede okulla arası iyi olan tek ben vardım. O yüzden derslerden ya da karnelerden kimse bahsetmezdi. Ben de açmazdım konuyu. Ergenliğimize doğru yol alırken, çevredeki gazete bayilerinden, mahalleye uzak olanlardan bilhassa, erotik hikâyeler basan gazeteler, dergiler alırdık. Sonra apartmanların arasında saklı bir köşe bulur, oraya siner ve hep birlikte okurduk. En düzgün okuyabilen ben olduğum için mecmuayı elime tutuşturur, sonra da iyi duyabilecekleri bir mesafede kümelenirlerdi.
“Bak işte,” dedi sevgili editörüm, “kendini ayrıştırmaya başladın. Oysa sen de o mahalledeki çocuklardan biriydin.” Hiçbiriyle arkadaşlığım sürmemişti. Belki de mecburiyetten arkadaşlık ediyorduk. Kızgın bir bakış yedim bu lafın üstüne. “Bu kadar detaylı hatırladığına göre, memnunmuşsun bence hayatından,” dedi. Canımı sıkan anılar bulmaya çabaladım.
Bir akşam mahalle berberinin kalfası, Kasım ve ben, apartmanın önündeki geniş ve her daim kalabalık kaldırımı dik kesen bir duvarın dibinde oturmuş muhabbet ediyorduk. Şehrimizin zenginleri henüz kendileri için yeni apartmanlar inşa etmeye başlamamıştı o yıllarda. O yüzden yaşadığımız mahallede, çok zenginlerle, çok yoksullar bir arada yaşayabiliyor, anne babalarımız ahbaplık etmese de, biz çocuklar kaynaşabiliyorduk. Duvar dibinde konu bir şekilde yoksulluğa geldi. Kalfa, bizden büyüktü. Görmüş geçirmişti. “Biz yoksullar,” dedi laf arasında, “anlayamayız ne düşündüklerini.” Babası müteahhit olan oğlandan bahsediyorduk. O da futbolcu olamadıydı. Sonra durdu, eliyle havada hayali bir çizgi çekti ve Kasım’la kendini o çizginin içine alarak, “Biz yoksullar,” diye yineledi.
“Siz zengin miydiniz ki?” dedi karım gülerek. “Arzuladığım her şeyi elde edecek kadar paramız yoktu,” dedim biraz dalga biraz ciddi, “ama pek çok lükse de sahip olabiliyorduk. Bu ılımlı kişiliğimi ailemin sosyo-ekonomik durumuna borçluyum sanırım. Orta direk derdi rahmetli Özal.”
Bu derme çatma dışlanmışlık hissi başka bir hatırayı canlandırdı zihnimde. Kasım’ların apartmanın altındaki dükkânlardan biri kuruyemişçiydi. Yaz akşamlarında sahibi, dükkânın önüne kuruyemiş kavurma makinası kurar, büyükçe bir kazanın içinde otomatik dönen karıştırıcıya çiğ kuruyemişleri atıp yüksek ısıda kavururdu. Orta yaşlı, bıyıklı bir adamdı. Bir akşam orada Kasım’la oturmuş, adama yârenlik ediyorduk. O günün menüsünde kabuklu fıstık vardı. Ara sıra kazanın içindeki sıcak fıstıklardan birini alıp Kasım’ın tişörtünden içeri atıyordu, şaka olsun diye.
Canı yanan Kasım gülerek “Yahu biraz da ona at,” demişti beni gösterip. Kuruyemişçi, Kasım’ın kulağına eğilmiş ama bana da duyurarak, “Her şaka herkese yapılmaz,” dedi.
Karım kahkahayı koyuverdi. Bir yandan da eliyle başımı okşayıp beni teselli ediyordu. “Orta sınıf olmanın zorlukları,” diye iç çekti yine dalgayla karışık. “Bana yapsa, bir şey demezdim aslında, ortama ayak uydururdum,” dedim. Şakaları severdim. Daha doğrusu alışkındım. Mahallede her gün bir başkasına acımasız şakalar yapılırdı. Çocukluğun alametifarikasıydı zorbalık. Yara bere içinde kalanlar, ağlayarak eve gidenler, birkaç günlüğüne de olsa küserek yanımıza uğramamaya ahdedenler. Bardağı taşırdığımız ve bir yetişkinden tokat yediğimiz anlar dışında eğlenceliydi.
Kasım’ın küçük kardeşine küfürlü sözcükler öğretir, babasına gidip o küfürleri sıralamasını tembihlerdik. Babası önce onu, sonra da Kasım’ı döverdi. Bize, yani kapıcısı olduğu apartmanda yaşayanların çocuklarına, yalnızca sitem ederdi. El mahkum. Yine de sabrını çok kez sınamışızdır. Apartmanın arkasında arabalar park etsin diye yapılmış betondan boşlukta top oynarken, aynı boşlukta yer alan küçük evlerinden, çok ses yaptığımız için öfkeyle çıkardı bazen. Kasım’ı kolundan tutar, sertçe sürükler, eve götürür ve dayak atardı. Bunun, bizim için oyunun sonu olduğunu anlar ama aslında Kasım’a üzüldüğümüzden oynamayı bırakırdık. Babasıyla her oğlan çocuğu gibi çatışmalı bir ilişkisi vardı ama saygıda kusur etmezdi. Anneyi ise evin bütün oğlanları çok severdi.
“Merhametli çocuklarmışsınız,” dedi karım. “İşin içine sınıfsal çıkarlar girmediğinde, herkes herkese karşı merhametli olabilir,” dedim. Mahallede parası kaybolduğunda bazıları ilk Kasım’dan şüphelenirdi. Gerçi düşününce, bana ilk hırsızlığımı o yaptırmıştı. Şehrin ilk süpermarketinden sakız çalmıştık birlikte.
Bakkaldan cips ya da cam şişede Coca-Cola alacak olursam, Kasım’ın da aralarında olduğu arkadaşlarımın yanında değil de, amcamın dükkânında tüketmem gerektiği tembih edilmişti. Canları çekerdi yoksa. Onların iyiliği için yani.
Kasım’ın iki ağabeyi de askerliğini Güneydoğu’da yapmıştı. Küçük olanı biraz kafadan çatlak olduğundan, sıcak çatışmalarda onu en önde kullanırlarmış. Katıldığı askerî operasyonları övünerek anlatırdı. Oradayken aldığı maaşı biriktirmiş, ki Güneydoğu’ya gidenlere tazminatla birlikte fena bir para vermezlerdi, askerlik dönüşü babasına verip “Beni evlendir!” demişti.
Mahalledeki kızlara âşık olma hakkı yoktu Kasım’ın. Kızlarla bizim aramızdaki acemi ilişkileri uzaktan seyreder, bazen bizi cesaretlendirir, bazen bizimle beraber üzülürdü. “Hakkı yoktu belki ama mutlaka birine abayı yakmıştır,” diyecekti karım. “O yaşlardaki erkek muhabbetini bilirsin. Kızlarla ilgili bazı ayıp fikirleri vardı tabi,” dedim imalı bir şekilde. Bir keresinde küçük bir not defteri almış ve bir düzine sayfayı dolduracak uzunlukta bir ilân-ı aşk mektubu yazmıştım. Sadece şansımı denemek istediğim bir kızdı. Eğer kabul ederse, bu benim için onaylanma anlamına gelecekti. Koltuklarım kabaracaktı. Eğer etmezse, “O kız zaten bana bakmaz,” diyecektim.
Şimdi düşününce, Kasım ilk okurlarımdan biriydi. O uzun, eğlenceli, biraz da çiğce edebî mektubu okumuş, ardından, “Ben olsam önce sana tokat atar, sonra da teklifini kabul ederdim,” demişti. Belki de okur beğenisinin verdiği tatmin hissiyle mektubu kıza vermekten vazgeçtim. İşte iyi bir yazı çıkarmıştı ortaya, daha iyi ne olabilirdi ki?
Ben mahalleden ayrıldıktan kısa süre sonra Kasımlar da hayallerini kurdukları o eve taşındılar. “Babam evimize dört tane tuvalet yaptırıyor,” demişti bir keresinde sırıtarak. “Bu evde en büyük sıkıntımız sabahları tuvalet sırasıydı, artık öyle bir derdimiz olmayacak!” Çocukken hiç aklıma gelmeyen şeyleri yıllar içinde çokça düşünmüştüm. O evin yoksulluğunu, annelerinin o iki göz evde beş erkeğin arasında geçen zorlu hayatını, Kasım’ın gerçekleştiremediği hayalleri, şimdiki hayatlarını. “Hiç karşılaştın mı tekrar?” diye sordu karım anlattıklarımdan sonra.
Facebook’ta profilini gördüm. Evlenmiş. Bir çocuğu var. Karısıyla ortak bir hesabı kullanıyorlar. Bir tuhafiye dükkânı açmış. Eski bir arabanın önünde poz vermiş. “Mutlu görünüyordu,” dedim.
Çocukluk hayat oyununda kulübede olmaktır umarsızca, ergenlik forma değiştirmekle meşguliyet, yetişkinlikse bu oyunun kaçınılmaz bir şekilde kölesi olmak. En rahatı çocuk olmak sanırım.
Fakirligin resmini cok guclu ve gercekci nuanslarla anlatmis hikaye, tuhaf nostaljik bir lezzet ve yakinlik hissi verdi okurken. Tanidik evler, yuzler ve kokular getirdi aklima. Elena Ferrante'nin Neapolitan romanlarinda anlattigi sefaletin ortasindaki arkadasliklara benziyor biraz da...